Tunç Şahin ile Sinema Yolculuğu ve İstanbul Film Festivali Üzerine
Söyleşiyi gerçekleştiren: Cevher Tat, Mesut Adlin
Yayına hazırlayan: Cevher Tat
Sevgili Tunç Şahin, söyleşimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz.
Yapım ve dağıtım şirketi olan Bir Film’in kurucularındansınız. İlk olarak Hamam (2009) adlı kısa filminizi yaptınız. Ardından yine kısa film olan Sadece Tek Bir Gün (2013)’ü çektiniz. Bir kitap uyarlaması olarak ilk uzun metraj filminiz Karışık Kaset (2014) vizyonlara girdi. BluTV’de yayınlanan, 7 adet orta metrajlı filmin yer aldığı 7YÜZ dizisinde senaristlik ve yönetmenlik yaptınız. İkinci uzun metraj filminiz İnsanlar İkiye Ayrılır (2020) ise Altın Portakal Ulusal Film Yarışması’nda En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü ve En İyi Senaryo Ödülü’nü aldı. Yakın bir zamanda biz de sinemalarda izleyebileceğiz.
Sizin işlerinizi, sizi tanımadan, bilmeden izlemiştim. Karışık Kaset’i 2014’te sinemalarda. 7YÜZ’ü 2021’e yeni girdiğimiz sıralar, pandeminin yasaklarından dolayı evde kaldığım dönemde... Sizi tanıdıktan sonra ise hızla diğer işlerinize baktım. Bir Film’in aracılığıyla Türkiye’ye gelen onca filmden izlediklerimi, sizin ve arkadaşlarınız sayesinde izlediğimi öğrenmek ayrı bir mutluluk verdi. İnsanlar İkiye Ayrılır için ise, ilk hangi platforma gelirse oradan izlemek için can atıyorum.
Dergimize, 7. sayımızdaki “Göz Ardı Edilmiş Klasikler” yazısıyla katılan Mesut Adlin’in önerisiyle ve katılımıyla söyleşimizi gerçekleştireceğiz. Filmlerinizi yaparken nasıl bir yöntem izlediğiniz, genel olarak sinema sektörüne nasıl baktığınız, sektör içinde nasıl bir yolculuk geçirdiğiniz ve İstanbul Film Festivali hakkında konuşacağız.
Cevher Tat: Bazı filmleri çok kasvetli buluyorum. Özellikle dram filmi olduğu zaman, çok fazla dram öğeleriyle bezenmiş gibi geliyor bana ve o vereceği etkiyi de zayıflatıyormuş gibi geliyor. O açıdan filmin içinde yer yer mizah olduğu zaman vermek istediği etkiyi de arttırabileceğini düşünüyorum. Örnek olarak sizin filminiz olan Sadece Tek Bir Gün bir komedi filmi değil. Ama orada reklamcı karakteri öyle bir çizilmiş ki ben onu izlerken güldüm açıkçası. Bana bir parodi gibi geldi. Ama gerçek bir karakter bir yandan da. Siz filmlerinizi yaparken, yapısını kurarken bunu nasıl gözetiyorsunuz? Dram filmi yaparken de mizahı kullanmalıyım mı diyorsunuz ya da o kendiliğinden mi ortaya çıkıyor? Genel olarak bu denge nasıl kurulmalı?
Tunç Şahin: Aslında ben kendini aşırı ciddiye alan filmleri ya da dizileri sevmiyorum. Bu ciddiyetle ilgili bahsettiğim şey, mizahtan bağımsız. Kendini ciddiye almak aslında. Ben de filmlerimde öyle birinin olmasını istemem. Kendim de öyle olmak istemem hayatta. Ama öte yandan bazı filmler, hâlihazırda tonları itibariyle hayatın hicivli tarafını göstermeye müsait anlatılar oluyor. Karışık Kaset öyle. Sadece Tek Bir Gün, içindeki durumun absürtlüğünden kaynaklanan, o anlık komik bulabileceğimiz ya da karakterlerin kendi kaypaklıklarını ortaya çıkartabilecek durumlar çıkarttığından onların kendisi komik şeylere dönüşebiliyor. Bu 7YÜZ’ün bazı bölümlerinde de var. Ama öte yandan bazı anlatılar da var ki onlarda öyle bir yere gidiyor muyum, komik, eğlenceli olması ya da mizahlı bir yerde durmasını önemsiyor muyum bilmiyorum. Mesela 7YÜZ’ün 7. bölümünde mizahlı bir anlatım var. Ama Genco Erkal’ın oynadığı bölümde, herhangi bir yerde, hayata light bir yerden bakan bir yön yok. O bölüm hayatın sonunda yalnız kalmakla ilgili. Hayatın sonuna gelmek ve yaşamın bitişiyle beraber hayata karşı aciz durumda kalıp yaptığın seçimlerin sonucunu ödemekle ilgili. Burada bu adamın aslında yine de komik ve mizahi bir durumda olduğunu göstermek gibi bir amacım yok. Çünkü orada gülebileceğimiz bir şey kalmamış. Her hikâye sana gülümseyeceğin anlar yaratmıyor. Öyle bir şey gözetmiyorum aslında Cevher, geri dönüp baktığımda. Şart koşmuyorum. Ama öte yandan böyle aşırı asık suratlı, aşırı kendini ciddiye alan filmlerden hoşlanmıyorum. Kendi türünü çok çok ciddiye alan ve çok büyük bir şey anlatıyormuş havasındaki filmler hoşuma gitmiyor.
Mesut Adlin: Komiklik olsun diye bir gayeniz yok ama yazdığınız karakterlerin komik duruma düştüğü anlar var. 7YÜZ üzerinden de Sadece Tek Bir Gün üzerinden de okuyabiliriz bunu.
Tunç Şahin: Evet, daha light bir şekilde yakalayabileceğiniz, gülebileceğimiz bir aralığı varsa... Çok trajik, çok karanlık, çok gerilimli bir şey değilse her zaman karakterle bağ kurmak için güzel bir metot. Hayata zaten daha gerçek bir yerden baktığın zaman o komik anların oluştuğunu düşünüyorum. Bazı anlar hariç. Ölüyorsun tek başınasın. Onlar hariç.
Cevher Tat: Anladığım kadarıyla öyle bir tercih yapılabiliyorsa, o tercih yönündesiniz. Yaptığınız işlerin hikâyesi bana çok güzel geliyor. Bunlar kısa öykü formunda yazılsa yine severek okurmuşum gibi geliyor. O türle bir bağlantı kurdum. Senaryo yazarken sabit bir yönteminiz mi var yoksa yapacağınız işe göre mi değişiyor? Karakterden mi yola çıkıyorsunuz? Hikâyeden mi yola çıkıyorsunuz? Bunlar değişiyor mu yoksa sabit mi sizin için?
Tunç Şahin: Aslında böyle sabit bir metot yok. “Bilmem ne, bilmem ne olsa; ne olur?” gibi bir şeye dönüşürse... What if diyorlar buna. Buna ne dersek diyelim. İster uyarlama yapayım ister yapmayayım. Bir durum ortaya koyarsam ve o durumda kendim ne olduğunu merak etmeye başlarsam oradan sürüklenip gidiyorum. İlgimi çeken soruyu bulduysam -ister onu bir karakter üzerinden bulmuş olayım, ister hikâyeden bulmuş olayım- oradan başlayabiliyorum. Sonra daha teknik bir şekilde çalışabiliyorum. Mesela, bu kimin hikâyesi olmalı? Bu beni niye enterese ediyor? Ben bununla ne söylemek istiyorum? Genel metodum, konuşmayı sevdiğim birtakım insanlar var hayatta. Onlara bulduğum kadar kısmını anlatmaya başlıyorum. Anlatırken bazen anlamıyorlar, eksik kalıyor ya da onları etkilemek için yeni bir şey uydurmaya başlıyorum ve o anlatım sırasında eklemlenmeye başlıyor. Şu hiç olmuyor, Mesut’la konuştum. Mesut bana kendisiyle ilgili bir şey anlattı. “Ya bundan çok iyi film olur.” gibi bir şey hiç olmuyor. Bu birilerine oluyor mudur bilmiyorum. Hikâye kelebek avı gibi, dur gideyim avlayayım, gazete okuyayım da bana buradan fikir çıksın gibi bir şey değil. Mesela şöyle bir mevzu vardı. Hiçbir zaman yazmadım bu mevzuyu ama. Bu gazete haberi gibi bir şey. Türkiye’de bir yerde, on sene kadar önce, bir birlikte genç bir teğmen, nöbette uyuyan bir askeri buluyor -ona aklı sıra bir ders verecek- diyor ki, uyuyamazsın burada. Artık küfür mü ediyor, bağırıyor mu, çağırıyor mu ne. Ve eline el bombası çekip veriyor çocuğun. Diyor ki, bir saat burada kalacaksın. Pimi bende. Ben getirip takmadan gidemezsin. Elinde el bombası var çocuğun. Bir saat boyunca panik içinde duruyor. Sonunda bomba elinden gidiyor, patlıyor. “Bir insan bunu nasıl yapar, o durumda olsan ne olur”u merak etmeye başlıyorsun. Benim için temel iki soru var: “Bir insan bunu nasıl yapar?”, “Böyle bir şey olsa ne hissedersin?” Ve sonra bu hikâyeyi düşünmeye başlıyorsun. Bu hikâye beni niye enterese ediyor Tunç olarak. Bu hikâyenin özü ne, duygusu ne? Ben bu hikâyeyi kimin gözünden anlatmak isterim. Yani kimin hikâyesi? Uyuyan askeri mi anlatmak isterim? Başta öyle gelir. Ama aslında onun değil de, eline bombayı veren diğer askerin hikâyesi daha ilginç. Çünkü o çok korkunç bir şeyle karşılaşacak. Hatta uyuyan askerin eline bomba veren askerin annesinin hikâyesini dinlesek? Oğlunun böyle bir şey yaptığının hikâyesini dinlesek? Ve ondan sonra hikâyeyi nerede anlatmaya başlayacağımı düşünmeye başlıyorum. Ve o bakış açılarından bir tanesi beni cezbediyor. Mesela annesinin hikâyesi olması beni cezbediyor. Ondan sonra birtakım daha teknik metotlarım var. Ana fikrim ne? Sürekli tek bir yöne doğru mu gidiyorum? Twist değil de, yeni bilgiyle, akışı değiştirebiliyor muyum, gibi birtakım testlerim var, onlara tabii tutuyorum. Kafamı tersten çalıştırabileceğim, okuduğum kitaplara bakıyorum. Öyle bir metoda gidiyorum. Ama ana soru, bir tane bir durum bulayım. Ve o durum beni merak ettirsin. “Bir insan bunu nasıl yapar?” ya da “Bunun olduğu durumda bir insan ne hisseder?” sorusu.
Cevher Tat: 7YÜZ’de her bölümün tanıtım kısmında, bu sizi merak ettiren sorular yazıyordu. Röportajlarınızda, sinemaya, sinema topluluğunda arkadaşlarınızla beraber başladığınızı okudum. Siz ve bazı arkadaşlarınız bu sektörün içinde çalışmaya devam etmişsiniz. Bizim de benzer bir hikâyemiz var. Haydi Dergi yayın ekibi olarak tiyatro topluluğunda tanıştık. Şuan farklı işler yapıyoruz ama Haydi Dergi’de bir araya geldik. Biz sanata amatör ruhla başladık diyebilirim. Sizin de aynı diye düşünüyorum. Amatör bir şekilde. Yani gönüllülük esasına dayalı, bir kazanç sağlamadan. Sırf istediğiniz için yapmak. Sonrasında o amatör ruh devam etti mi sizin için? İlk günden bugüne neler değişti? O amatör ruh nasıl şekillendi? Profesyonelliğe geçişte, oradan neleri taşıyabildiniz?
Tunç Şahin: Öyle bir şey yok tabii ki. O kalamıyor. Her şey kendi epizotunda, kendi safhasında. Amatör olduğun şey amatör olduğun yerde kalıyor. Onun ne olduğunu biliyorum. Öyle başlamış olmak, o şeyin ne olduğunu bilmene yarıyor. Ama benim için, bu artık bir karşılık bekleyerek yaptığım, hayatımı anlamlandırmaya çalıştığım ya da var olmaya çalıştığım bir alan. Artık sadece sevgi bağı kurduğum bir şey değil. Mali yönünden tut, hayatı kazanmandan tut, kariyer anlamında ya da dünyaya söylemek istediğim söz anlamında beni tutuyor. Amatör bir yerden bakmıyorum. Bunun güzel kısmı, ben şuan sinema televizyon bölümünde ders veriyorum. 11 yıldır veriyorum dersi. Kendi öğrencilerime de söylüyorum. Başka yerlerde sorulduğunda da söylüyorum. Sinema televizyon okumanın en güzel kısmı, ilgi alanı seninkilere yakın ya da dünyada yapmak istedikleri sana yakın, beraber büyüyebileceğin bir grup insanla yollarının kesişmesi ve içinde büyümek istediğin alana seni daha hızlı sokabilmesi. Elbette ders müfredatı önemlidir ama bence en büyük katkısı o. Benim kendi okuduğum okulda, kendi bölümümle ilgili böyle bir tutkum yoktu. Hasbelkader kazandığım bir bölümdü elektrik mühendisliği. Ama yanlış okul diye bir şey yok. Yanlış bölüm, doğru okul aslında. Orada bir şekilde beş-altı genç olarak kümelendik. Daha fazlası da vardı. Tam olarak sonunda sinemayla profesyonel olarak ilgilenmeyenler için de çok olumlu hatıralar ve katkısı olduğunu tahmin ediyorum sinema kulübünün. Yönetimsel süreçten sosyal olarak kültürel olarak seni geliştirmesine kadar. Oradan gelmeyenlere kıyasladığın zaman; sinema televizyon okuyan, içeriye profesyonel yollarla giren kişilerin kafalarında daha büyük soru işaretleri oluyor ne yapmak istedikleriyle ilgili. Doğrudan o yolu seçtikleri için kendi gittikleri yolu sorguluyorlar. Bu sanırım hayat epizotlarında da sık olan bir şey. 20 epizodunda, 25’te, 30’da. Ben ne yapıyorum diye sorguladığın krizlerde. Sevgilini de sorgulayabilirsin, yaşadığın şehri de sorgulayabilirsin. İşini de sorgulayabilirsin, okuduğun okulu da sorgulayabilirsin. Buralardan gelmeyen insanlar, yani biz, birtakım sorgulamalar yapıp diğer işi yapmak istemediğimizi söylediğimiz için iyice asılarak sinema televizyon yapmaya çalışıyoruz. Genelde sinema televizyon okuyup “Ya hocam ben kurgu mu yapsam bilmiyorum. Aslında reji de istiyorum. Aslında yönetmen olmak istiyorum zannediyordum ama istemiyorum. Senaryo yazmak istiyorum.” gibi tam da ne yapmak istediğini bilmeyen, orası benim için doğru mu değil mi diye sorgulayan-ki bu sorgulamada yanlış bir şey yok... Hayatta böyle sorgulama merhaleleri oluyor. Ama benim geldiğim yerden gelenler, sinemaya giden bir yere tutunuyor. Çünkü hayat seni başka bir yöne çekerken oraya tutunmaya çalışmanın başka bir hırsı oluyor. Orada kalma direnci. Mesela 3 yıl bankada çalışmış. Artık dayanamamış bırakmış. Bir şekilde gelmiş, bizim camiada bir yere eklemlenmiş. Onun ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum ama bunların ikisinin de bir şeyin doğrusu olduğunu düşünmüyorum. Sinema televizyon okuyan çocuklar çok sorguluyor. Sorgulayacaklar tabii, çünkü hayat öyle bir şey. Olduğun yeri sorguluyorsun. Ya da her psikoloji okuyan, her bankacılık yapan, her matematik bölümünden sıkılan kişi geldi diye, burada tutunacak diye bir şey yok. Bunlar çok organik cevaplar. Kişiden kişiye de yolcuğun değiştiği şeyler.
Cevher Tat: Başka bir bölüm okuyup sonra sanatla ilgili alanlara yönelen kişiler çok ilgimi çekiyor. Sizin de öyle bir hikâyeniz var.
Tunç Şahin: Özgürleşmek ile ilgili bir şey. Burada, Türkiye’de kendi kimliğini bulmak. Ailenden koparak kendi istediğin şeyi yapmak. Aile yüzünden bu da zor. Mesela Almanya’da başka sebepler yüzünden zor. Almanya’da eğitimini almadıysan seni kabul etmezler. Ama burada yapabilirsin. Burada genelde insanlar kendi ailelerinin çizdikleri yolların dışına çıkmakla ilgili çok zorlanıyorlar. Farkında olmadan çok fazla bunu düşünüyorlar. “Evladım aç kalırsın. Olmaz hevestir o. Sen bunu hobi olarak yap.” gibi. Sana çizilen yolun dışına çıkma cesareti göstermek çok kolay bir şey değil yani.
Cevher Tat: Evet, hem kendi içinde öyle bir sorgulama yaşarken hem dışarıdan da baskı gelmesi engelleyici oluyor aslında. Siz sinema yapmak istediğinizde ne tür zorluklarla karşılaştınız ve yapma cesareti için gücü nereden buldunuz? Ya da o gücü bulmak isteyen insanlara bir öneriniz, söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Tunç Şahin: Ben tavsiye kurumuna çok inanmıyorum. Çünkü hayatta yaşlarımız ne kadar farklı olsa da ben senin hayat deneyimini bilmiyorum. Hayatında seni zorlayan, yapmakla yükümlü olduğun -ne bileyim- mizacını bilmiyorum. Seni çevreleyen koşulları bilmiyorum. Basit temel şeylerim olabilir. Mesela benim şöyle bir şeyim vardı. Sinemayla ilgiliyse evet de. Çevirmenlikse de evet de. Mihmandarlıksa da evet de. Bir yere bir şey yazmaksa, sinemayla ilgiliyse evet de. Ama benim hayatım ona müsaade ediyordu. Özel ders veriyordum o zaman ben. Matematik, fizik, kimya gibi derslerde. Onunla zaten bir para kazanabiliyordum. Belli saatlerde çalışıp belli saatlerde boş tutan bir işti. Herkes aynı şanslarda, aynı şartlarda, aynı başlangıç koşullarında da olmuyor. O yüzden doğrudan şunu öneririm demek bana dürüstçe gelmiyor. Bir şey öneriyorsam, tavsiye ediyorsam onun gerçekten olmasını isterim. “İnanırsan gerçekten olur, bir şeyi gerçekten çok istiyorsan olur”a da inanmıyorum. Mevzu bence hayatta mutlu olduğun şeyi yapmak. Mutlu olduğun şeyin ne olduğunu bilmek çok uzun sürüyor. Ve o değişe de biliyor. Yani bir şeyden mutlu olduğunu bilmek de zor. Onu yapamıyorsan mutsuz olduğun şeyi yapmamaya çalışabilirsin gibi geliyor bana. Seni seçimlerinden alıkoyan o şeylerden özgürleşmeye çalışabilirsin. Bunlardan arı bir dünya yok tamamen. Bunlar sıfırlanabilecek şeyler değil. Ama bazen onların bir kısmı tuzak oluyor. Sinemadan çok daha büyük bir şey söylüyorum. Seni mutsuz eden bir şeyin içinde kalmana neden olan etkenler varsa, onları azaltmaya çalışmak olabilir. Onun dışında kimseye verebilecek daha büyük bir tavsiyem yok. Zorlukla da ilgili, çok zor şeyler oldu. Bizim kurduğumuz şeyin (Bir Film) ayakta kalıp kalamayacağından şüphe ettiğim çok fazla zaman oldu. Pandemi de o zamanlar başka bir tanesine denk geldi. Ama zorluklarla ilgili şikâyetçi değilim. En azından geriye dönüp baktığımda. Uzun soluklu bir yolculuğa çıkıyorsan hayat sinüs dalgası gibi geliyor. Attım gol oldu, bir tane daha geldi, yine gol oldu. Öbürü de tam ayağıma denk geldi gibi bir şey yok. Her zaman birtakım seçebileceğim opsiyonlarım oldu. Ve bunun için müteşekkirim. O anlamda şanslı oldum. Muhasebe departmanında da olabilirdim, sinema işinin. B opsiyonuna gidebildiğim için de mutluyum.
Cevher Tat: Siz öneri vermek istemiyorum dediniz ama bence güzel oldu söyledikleriniz. Tabii herkese hitap eden öneri bence de yok. Katılıyorum ona. Dedikleriniz böyle durumlarda olan insanlar için faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Filmlerinizde ortaklaşan noktalar fark ettim. Neredeyse hepsinde bildiğimiz gerçekliğin dışına çıkan parçalar var. Karışık Kaset’te baba karakteri ölüyor ama son parçada biz onu yine görüyoruz. Bildiğimiz gerçekliğin dışında olan bir durum var orada bile. Orada bile diyorum. Çünkü Karışık Kaset diğer filmlerinizden dil ve yapı olarak daha farklı geliyor bana. Bunun sebebi, anlatmak istediklerinizde şuanki gerçekliğin yetmemesi olabilir mi? Gerçi film yaparken önce bir durumu hayal ettiğinizi söylemiştiniz. Belki bununla ilgili olmayabilir. Bir de sizin tarzınıza yakın film ve kitap olarak neleri söyleyebilirsiniz?
Tunç Şahin: Sondan başlayayım. Onu söyleyemem bence. Ben kendim, durduğum yerden öyle bir perspektife sahip değilim. Mesela siz benimle ilgili daha iyi söyleyebilirsiniz onu. Tabii ki benim sevdiğim yönetmenler, tarzlar var ama bence benim işlerim bunlara yakın düşüyor, diyemem. Çünkü ben öyle göremiyorum kendimi. Onun ne olduğuyla ilgili tespit, analiz edecek kişilere, seyirciye bağlı. Katılırım katılmam orası ayrı bir şey.
Mesut Adlin: Ben 7YÜZ’ü Dekalog’la çok bağdaştırıyorum. Çok da söyleyen olmuştur diye düşünüyorum. Bunu söyleyen oldu mu?
Tunç Şahin: Maalesef olmadı ya.
Mesut Adlin: Ben size söyleyecektim. O kadar çok eminimdim ki bunu söyleyen çok kişi vardır diye. Bir daha söylemek istemedim.
Tunç Şahin: Sürekli Black Mirror’a benzetiyorlar. Ona da okeyim. Dekalog’u ben söylüyorum. “Tabii ki seyrettim, tabii ki izledim, tabii ki çok seviyorum, tabii ki bunu yazarken de dönüp baktım.” diyorum. Benim gençliğimde, en sinemaya heyecanlı olduğum, en keşfettiğim dönemde, çok aşkla seyrettiğim bir şeydi Dekalog. Tabii ki beni en çok besleyen şeylerden birisi o. Gerçeküstü konusu da aslında hikâyenin tonuyla ve diliyle ilgili bir şey. Karışık Kaset’teki o durum kitapta da vardı. Ama sonra Karışık Kaset’tekine çok benzer şekilde, 7YÜZ’de Genco Erkal’ın oynadığı bölümde, adamın eski karısının hayaleti gelir. Vildan’dır adı. İster sen onu Vildan diye dinle. İstersen de L harfini at. C harfi yap. Adamın vicdanının sesi diye dinle. Ya da istersen Karışık Kaset’te Sarp Apak’ın kafasındaki babası diye düşün onu. Bir şey deneyemeyecek, hımbıl babası, hayat boyunca zaten tam cesaret etmemiş. O da babasına benzeyecek mi benzemeyecek mi? Sadece Tek Bir Gün’de, bir gün uyanıyor. 12 sene öncesine geri dönüyor. Birdenbire doğaüstü bir şey oluyor. Ben aslında hayalet hikâyesi anlatmakla ilgilenmiyorum. Ya da zamanda yolculuk hikâyesi anlatmakla. Zamanla nasıl yolculuk yaptığıyla ilgilenmiyorum. Benim orada yaptığım, şu hayatta gerçekten kötü biteceğini bilsen -sonu çok kötü, çok üzüleceksin yani, aldatılacaksın sonunda- ama on iki sene çok iyi ilişki yaşayacaksın. Bunu mu yaparsın onu mu yaparsın? Bu soru benim ilgimi çekiyor hayatta. Mesut’la Clubhouse’da konuşurken belki sormuşumdur ona. Bir tane daha öyle soru var ilgimi çeken. Hayattaki en üzüldüğün anla en mutlu olduğun an, ikisi birden, gelecekte mi olsun istersin, geçmişte mi olsun istersin? Ben geçmişte kalmasını tercih ederim ikisinin de. Çünkü en kötü anla karşılaşmak istemiyorum. Bana o soru kümesini gerçekleştirecek şey, eğer doğaüstü bir set-up veriyorsa ben onun üstüne giderim. Ama aslında zamanda yolculukla ilgilenmiyorum. Hayaletler niye var ilgilenmiyorum. O bir hayalet mi onunla ilgilenmiyorum. Karışık Kaset’te “Babamızın bize bıraktığı, ailemizin bize bıraktığı yükle nasıl başa çıkarız”la ilgileniyorum. Büyülü bir dünya kuran biri olduğumu düşünmüyorum. Her hikâyenin kendi ihtiyacı doğrultusunda gidiyorum ona.
Mesut Adlin: Bir seyirci olarak İstanbul Film Festivalinde en absürt ne yaşadınız ya da sizi en çok vuran ne oldu? Mesela “Bir film seyretmiştim. Kendimce o filmden çok etkilendim ama o film hiç konuşulmadı.” gibi bir şey de olabilir.
Tunç Şahin: Film seyretme şekilleri çok değişti zaman içinde. Şuanda film seyredeceğimiz zaman şeceresini çıkartmış bir şekilde gidiyoruz ya. Her şeyini biliyoruz, duymuş oluyoruz. Kritiklerine bakıyoruz. Arkadaşların bir şey yazıyor. Yorumları okuyorsun. Twitter’dan bir şeyler geliyor. Sonra ona benzer hisleri, “Bir Film” için yurtdışı festivallerine gitmeye başladığımda hissetmeye başladım. Ama artık yerli festivallerde o hissi hissetmiyorum. Yani keşfetmek, bilmemek. Benim için aslında bir sürü anı vardır. Bu bahsettiğim arkadaşlarımın çoğuyla da orada tanıştım. Aşık da olmuşumdur, kavga da etmişimdir, bilet de satmışımdır arada. Uyuya da kalmışımdır. Hiçbir şey almayıp çıkmışımdır da. Ama gözümü açan şey İstanbul Film Festivali’nde değil, ama İF sırasında galiba, bir film gösteriliyordu ve bir tane Singapur filmine girmiştim. Berbat bir şey. Berbat yani. Seyrediyorum, bunun burada ne işi var, diye düşünüyorum. Ben buraya niye geldim, bu nedir yani. Arada boş vaktim var, ona girmişim herhalde. Sonra bir şekilde Azize’yle konuştum. O İstanbul Film Festivali’nin direktörüydü o zaman. Onun söylediği bir şey bayağı kafamı açmıştı. O bende kaldı. Festivalde risk almak istemiyorsun. Sanki böyle bilet alacağım, gideceğim, iyi film seyredeceğim, gibi olması lazım. Ve çok iyi seçki yapmaları lazım. Bütün filmlerin hepsinin iyi çıkması gerekiyor. Vaktini boşa harcamak istemiyorsun. Ama böyle bir şey değil o. Kapitalist tüketme biçimi üzerinden seyretmeye gerek yok. Onu zaten yapıyoruz. Tüketim sinemasına gidiyoruz. Sanat öyle bir şey değil ya. Her zaman tam da ne olduğunu anlamıyorsun. Bir tabloya bakıyorsun. Bir şey ifade etmiyor sana. O risk de okey. Ve ben bunu seyrederken öğrendim. O mayınlı bölge dediğin şey. O filmlere bayıldığım için söylemiyorum. Ya da özellikle o filmleri seçtiğim için. Yani hata yapmayacağım, mayına basmayacağım. Arka arkaya hep iyi filmler denk gelecek... Sinema tekil bir şey değil. İyi film denilen şey, tekil değil. Şimdi Kim Ki-duk’ların hepsine dudak büküyoruz, mesela geri dönüp baktığımızda. Şimdi çok yücelttiğimiz şeyler de öyle olacaklar. Sanat benim kaç yıldız verdiğimle ilgili bir şey olamaz. Verdiğim yıldız da kalıcı bir şey değil çünkü. Ve onun önemi de yok.
Cevher Tat: Yıldız vermek bireyselliği yıkan bir şey oluyor galiba. Puanlama sistemi...
Tunç Şahin: Filmlerle bir tüketim ilişkisi. Beğendim, beğenmedim. Banane ki ne kadar beğendiğinden. Ayrıca ben kendimin ne kadar beğendiğini bilebilir miyim yani? Belki oradaki bir soru hayatımda bir şeyimi değiştirdi. Belki fark etmedim. O an değil ama... İyi olan şeyin ne olduğunu biliyor muyuz yani? Belki bir kamera hareketi kaldı aklımda. Belki oyuncunun bakışı kaldı. Ya da bir laf kaldı. Ya da bütün bir hikâye değiştirdi. Bunu parmak yukarı, parmak aşağıya çevirmenin benim için bir karşılığı yok. Festival bunun dışında bir deneyim sunuyor bana. Bazen festivallerde öyle olayların döndüğünü gördüğümde üzülüyorum. “Festival benim için bitmiştir, bütün filmlerden hayal kırıklığına uğradım.” Aferin!
Mesut Adlin: İstanbul Film Festivali’ni son iki senedir online olarak takip ediyorum. Dört senelik bir festival deneyimim var. Özellikle en başından beri kötü film izleme amacıyla gidiyorum. Kötü filmden kastım yüksek ihtimalle insanların beğenmeyeceği filmler. Ben Almadovar’a, Terrence Malick’e ya da o bilindik yönetmenlere birkaç ay sonra direkt vizyonda, dvd’de, internette erişebileceğim. Ama o Singapurlu yönetmene hiçbir yerde erişemeyeceğim ve kimse onu ciddiye almayacak. Belki bir şey kaybedeceğim. Onunla bir daha karşılaşacağımı düşünmediğim için, o Singapurlu yönetmeni seyretmek, ona vakit ayırmak bana daha cazip geliyor.
Tunç Şahin: Polonya’da öyle bir festival var ve çok da güzel bir festival. New Horizons Film Festivali. Oranın derdi o. Bir şey keşfetmek istiyorlar. İnsanlar da geliyorlar. Festivalin güzel kısmı oydu. Bende yaptığı şey de seninkine benzer. Tabii ki şu de hoşuma gidiyor: Hep beraber giyinip, süslenip Cannes’da Terrence Malick filmine gitmek, onun için heyecanlanmak, hep beraber Almadovar filmini seyredip Emek’te gülmek. Ya da başka bir yerde. Çıkıp heyecanla konuşmak. Hiç sevmiyorum gerçekten kendi filmim yarışırken. Sadece İstanbul Film Festivali değil. Bunu Antalya’da hissettim. Elbette yarışıyor filmin. Elbette sen kazan istiyorsun, öbüründen daha iyi ol istiyorsun ama film böyle bir şey değil. Ölçtük bu kadar tuttu. Öbürü daha kısaymış öbürününki daha uzunmuş gibi bir şey değil. Mesela, biz hep beraber tanışıyoruz değil mi? Birbirimizle ilgili fiziksel olarak bir fikrimiz var ama şunu demiyorum: “Cevher Mesut’tan daha komik, Mesut Cevher’den daha çekici, öbürü de bundan daha bilmem ne.” Biri benim filmimi öyle bir sıralamaya koyduğu zaman “Abi sen kimsin?” falan diyesim geliyor. Bu öyle bir şey değil. Ama bir yandan da bu işin doğası, ona alışmaya çalışıyorum. Bana saçma geliyor yani. Ama bir yandan da bütün bu yarışmaların ticari olarak filmleri görünür kılmak gibi bir dertleri var. O yüzden onlara da gereken önemi veriyorum aslında. Sadece alışamadım diyeyim işin o kısmına.
Cevher Tat: Ödül mevzusu edebiyatta da benim ilgimi çeken bir konu. Bir dönem; yazar kim, ödül almış mı ona bakıyordum. Ama diğer yandan ödül almamış çok iyi kitaplar da var. Ön plana çıkmıyorlar ama. Ya da daha bir yazarın kitabı çıkmadan öyküsü ödül alıyor. Kitabı o şekilde pazarlanabiliyor. Filmlerde de belki öyle bir durum vardır.
Tunç Şahin: Ödül görünürlüğü arttıran bir şey. Kış Uykusu’nu hep birlikte, yüzbinlerce kişi izledik. Altın Palmiye aldıktan sonra. Aynı şey buradaki ödüller için de geçerli. Sana bir görünürlük sağlıyor ve birtakım filmlerin özellikle bu tür görünürlüklere ihtiyacı var. Anlatı olarak daha zor olan Arthouse dedikleri ya da bilindik oyuncuları olmayan filmlerin mutlaka bu tür görünürlüklere ihtiyacı oluyor.
Cevher Tat: İnsanlar İkiye Ayrılır filminin fragmanını izledik. Filmi ne zaman izleyebileceğiz? Bu işin diğer filmlerinizle bağlantısını merak ediyoruz. Filmlerinizin isimleri bana ilgi çekici geliyor. Güçlü geliyor. Mesela Sadece Tek Bir Gün. Onun üzerinde ben çok durdum ama güçlü bir çağrışımı var bence. Başka bir örnek, son filminiz olan İnsanlar İkiye Ayrılır. Fragmandan anladığım kadarıyla bir karakterin sözü. Direkt karakteri, hayata bakışını anlatan bir söz. 7YÜZ’den de örnek vereyim. Büyük Günahlar, Hayatın Müziği, Karşılaşmalar. Bunlar da yine sevdiğim isimler.
Tunç Şahin: İnsanlar İkiye Ayrılır’ın 10 Temmuz’da, benim doğum günümde, İstanbul Film Festivali’nde gösterimi var. İlerleyen haftalarda ya da aylarda sinemalarda gösterime girecek. Sonrasında da Allah kerim. Bir süre sonra da Blutv’ye girecek. 7YÜZ’ün ismi benim değil. Blutv’den Sarp’ın koyduğu bir isimdi. Ben ana çerçeveye isim koymalarına karışmadım. Ama bölüm isimlerinin hepsi, benim koyduğum isimler. İsim ilginç bir şey. Aşk gibi bir şeyle geliyor. İnsanlar İkiye Ayrılır’ın ismi bir süre Dört Yüz Lira’ydı. İlk yazdığım zaman. Sonra ilk draftte Dört Yüz Lira’dan İnsanlar İkiye Ayrılır’a döndü. Aslında filmin söylediği şey insanlar ikiye ayrılmaz.
Cevher Tat: İronik olmuş.
Tunç Şahin: Onu söyleyen karakter haklı çıkmıyor. Ama genel olarak dünyayı ikiye ayırmak gibi bir yönelimi var. İnsanları ikiye ayırıp, kendisini bir kutuya koyup rahatlayan bir adamın söylediği bir şey o. Ama aslında öyle bir şey yok. Keşke ayrılsa. Çok tuhaf bir yerde duruyor film benim için. Benim kişisel bir derdimin, kişisel bir düşüncemin tamamen kurmaca bir dünya üzerinde eriyip gittiği bir film. Onun içinde vücut bulduğu bir anlatı yapısı. Bundan önce yaptıklarımı andıran ama onların ötesinde farklı bir şey denediğim bir film. Birbiri içine geçen üç farklı zaman diliminde geçiyor. Film boyunca da bu üç farklı zaman dilimi birbirinin içine girip çıkıyor. O anlamda senaryo yazımında çok kazık bir konumu vardı. Neyi ne kadar anlattığımda, geçmişte ne oluyor, gelecekte ne oluyor? Birbirlerinin içine nasıl geçecekler? O sahne nerede bitecek ki arkasındaki sahnelere bağlasın? Önden çözmem gerekiyordu. Hem çok eğlenceliydi hem çok zordu. Bir daha tam böyle bir şey yapacağımı zannetmiyorum. İlginç bir deneyimdi benim için.